yökün varlığı ve üds, kpds gibi sınavlar hakkında ilginç tespit ve veriler olan yazının linkini aşağıya koydum. bence güzel bir yazı ama kim kaale alır bilemem.
Tuhaf bir unvan: Yardımcı doçentlik
Dr. Ali Soylu* - 30.06.2012
Öncelikle böyle bir başlık kullandığım için, bir yardımcı doçent olarak, tüm yardımcı doçentlerden özür dilerim. Amacım kimseyi üzmek ya da bir grup insanı küçük düşürmek ve rencide etmek değil, aksine yıllardır, binlerce akademisyenin en önemli bir meselesine dikkatleri çekmek ve çözüm yolları önermektir.
1980 askerî darbe ürünü olan Yükseköğretim Kurulu (YÖK), 30 yılı aşkındır üniversitelerimiz önünde bir engel, (şimdilik mevcut iktidarla uyum içinde olsa da) akademide bir diktatör gibi varlığını devam ettirmektedir. YÖK, akademinin dışına çıkarak zaman zaman iktidarla hareket etmiş, bazen de muhalefet görevi üstlenerek siyasete yön vermeye çalışmış. Bazen etken, bazen de edilgen olmuş, ama çoğu zaman ideolojik davranarak statükonun devamından yana hareket etmiş ve o yönde kararlar almıştır.
Özgür düşüncenin, bilimin, teknolojinin ve evrensel olmanın mekânları olan üniversiteleri böyle bir kurumun insafına ve inisiyatifine bırakmak, evrensel değerlerle ve üniversitelerin karakteri/fıtratı ile bağdaşmaz. YÖK'ün merkeziyetçiliği ile üniversitelerin asli mahiyetleri olan serbestiyetleri ve ademimerkeziyetçilikleri birbirleri ile ters orantılıdırlar, uyuşmazlık içindedirler. Birinin manevra alanı genişlerken mecburen diğerinin azalması gerekiyor. Türkiye'de son 30 yıldır hep YÖK'ün manevra alanı genişlerken üniversitelerinki daralmıştır. Böyle bir duruma ve kuruma dünyanın gelişmiş ülkelerinde rastlamak mümkün değildir. YÖK'ün varlığı, düşüncenin ve bilimin özgür olma kaidesine/ilkesine zıttır.
Son yıllarda artan vakıf ve devlet üniversitelerine paralel olarak akademisyen sayısında da doğal olarak ciddi bir artış oldu. Genel olarak, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye'de de akademisyenler (araştırma görevlileri, öğretim görevlileri ve okutmanlar hariç) 3 grupta kategorize edilmiştir. Bunlar derecelerine göre, yardımcı doçentler, doçentler ve profesörlerdir. Dünyada istisnaları olsa da, genel olarak başlangıç kategorisi olan yardımcı doçentlik için bir doktora programından mezun olmak gerekir. Yardımcı doçent olarak göreve başlayan doktoralılar yine dünyanın her yerinde 5-6 yıl sonra gerekli koşulları sağladıklarında doçent ve bir bu kadar süre sonra da profesör olurlar. Her ülkede farklı koşul ve uygulamalara rastlamak mümkündür. Örneğin 5 binden fazla üniversitesi olan Amerika'da üniversiteleri tek elden kontrol eden merkezi bir kurum yok. Doçentlik ve profesörlük unvanlarını üniversiteler verir. Amerika'daki üniversiteler bu yetkilerini fakültelere devretmişler. Fakülteler (dekan) kendi bünyelerindeki akademisyenlerden bir komisyon oluşturur. Bu komisyon doçent ya da profesör adayının 5-6 yıllık hizmet, eğitim ve araştırmalarını içeren dosyasını inceler ve kararını dekana bildirir. Rektörün kararı da olumluysa eyalet eğitim komisyonu onayıyla resmiyet kazanır, yürürlüğe girer.
AKADEMİK UNVANI YÖK VERMEMELİ
Bu süreçte "yabancı dilde yeterlilik sınavı" diye bir uygulama da yoktur. Komisyon tarafından, adayın yayınlanmış eserleri ve kampüs içi ve dışı yapılan hizmetleri ve de sınıftaki ders verme performansı (ki bu, öğrenciler tarafından isimsiz bir anket ile belirlenir) incelendikten sonra karar verilir. Türkiye'deki gibi, adayı bir sözlü sınava tabi tutma uygulaması da yoktur. Bu tuhaf süreçten olsa gerek ki yardımcı doçentlerimiz onca yıl öğretmenliklerine rağmen hâlâ öğrencilik psikolojisinden kurtulamamışlar ve bu durum, onların verimliliklerini ve üretkenliklerini düşürmektedir.
En az 20 yıl eğitim yetmezmiş gibi, yardımcı doçent olmuş birini aylarca, hatta yıllarca İngilizce çalışmaya, öğrenmeye zorlamak, sözlü sınav jürisi belli olduktan sonra gelecek muhtemel soruları layıkıyla cevaplamak için her bir jüri üyesinin araştırma eserlerini, kitaplarını (zorunlu değil) hatim ettirmek, bu insanlara haksızlıktan öteye bir zulümdür. Bu süreç zarfında adayın aleyhine araya giren ideolojik, siyasi ve keyfi mülahazalar da işin cabası.
Mayıs 2012 verilerine göre ülkemiz üniversitelerinde 50 binden fazla öğretim üyesi var. Bunların yaklaşık yarısı (24 bin) kadarı yardımcı doçent, 10 bini doçent ve 16 bini profesördür. Bu veriler bize sistemde bir tıkanmanın olduğunu gösteriyor. Doçentlikten profesörlüğe geçmek nispeten kolaydır. Ancak yukarda sözünü ettiğimiz nedenlerden dolayı yardımcı doçentlikten doçentliğe geçmekte ciddi sorunlar yaşanmaktadır. Akademik hayatı yardımcı doçentlikle bitip emekli olan/olacak yüzlerce akademisyen var.
Üretilen bilimin dünyanın neresinde olursa olsun, internet ve mütercimler sayesinde süratle, yine dünyanın her köşesine yayıldığı, ulaştırıldığı ve isteyenlerin rahatlıkla ulaşabildiği teknolojik bir çağda yaşıyoruz. Akademik insan kaynaklarımızın istisnasız hepsini dil öğrenmeye yöneltmek bu zamanda ne kadar bilimseldir, ne kadar akılcıdır acaba? İngilizceyi bilenlerin yüzde kaçı yabancı dil bildikleri için bilimsel araştırmalarının niceliğini ve niteliğini artırmışlardır?
Her alanda küreselleşmiş dünyamızda Türkiye'nin yeni bir anayasa yapma sürecinde ülkemizin kalkınmasında ve gelişiminde hayati önemi haiz eğitim sistemimizde hâlâ YÖK gibi merkeziyetçi/statükocu bir kurumu, bir mekanizmayı yükseköğretim sistemimizde tutma inadını sürdürmemiz doğru mudur? Bunun doğru olmadığını dünyadaki genel uygulamalardan anlıyoruz. Manidar olan; bu sistemin çarklarını çevirenlerin hemen hepsinin ABD ve Avrupa eğitim sisteminin ürünleri olmalarıdır. Master ve doktora seviyesinde eğitimlerini aldıktan sonra ülkeye dönen değerli akademisyenlerimizin mevcut sistemi sürdürmelerindeki ısrarlarını anlamış değilim.
Yeniliğin, özgür düşüncenin, yeni icatların, yeni sistemlerin üretilmesi gereken yerlerdir üniversiteler. Siyaset, ekonomi ve eğitim gibi ülke gidişatını topyekûn etkileyen sosyal ve kültürel aygıtları yönlendirmesi gereken üniversitelerimizin, mevcut statükocu kalıplarından kurtulup bir an önce idari ve iktisadi özerkliklerine kavuşmaları gerekir. Muasır medeniyetin temel öğesi ademimerkeziyetçi, özerk bir yükseköğretim sistemine sahip olmaktır. Yani üniversitelerimiz başarılarına ve hizmet/eğitim sundukları öğrenci sayılarına ve hatta bölgelerine göre devletten gerekli maddi desteği almalı, ancak idari özerkliğe sahip olmalıdırlar. Yani YÖK mavi boncuk dağıtır gibi artık akademik unvan dağıtmamalı, bu görev üniversitelere bırakılmalı. Arz-talep dengesine göre, liyakate dayalı adil ve üretken bir sistemi bağımsız ve özerk üniversiteler kendiliğinden uygulamaya koyarlar. Böylece cevherlerimiz/değerlerimiz akademi çöplüğünde telef/heder olmazlar.
Bu konuda ideolojik, şahsi, grup ve cemaatlerin tarafgirliği ve menfaatleri uğruna sistemin daha da bozulacağından endişe edenlere diyeceğim şudur ki; yasal düzenlemelerle bazı kontrol mekanizmalarını uygulamaya koymak fevkalade kolaydır, modern dünyada örnekleri çoktur.
*Cameron Üniversitesi Öğretim Üyesi
Kaynak: http://www.zaman.com.tr/haber.do?ha...haf-bir-unvan-yardimci-docentlik&haberSayfa=1
Tuhaf bir unvan: Yardımcı doçentlik
Dr. Ali Soylu* - 30.06.2012
Öncelikle böyle bir başlık kullandığım için, bir yardımcı doçent olarak, tüm yardımcı doçentlerden özür dilerim. Amacım kimseyi üzmek ya da bir grup insanı küçük düşürmek ve rencide etmek değil, aksine yıllardır, binlerce akademisyenin en önemli bir meselesine dikkatleri çekmek ve çözüm yolları önermektir.
1980 askerî darbe ürünü olan Yükseköğretim Kurulu (YÖK), 30 yılı aşkındır üniversitelerimiz önünde bir engel, (şimdilik mevcut iktidarla uyum içinde olsa da) akademide bir diktatör gibi varlığını devam ettirmektedir. YÖK, akademinin dışına çıkarak zaman zaman iktidarla hareket etmiş, bazen de muhalefet görevi üstlenerek siyasete yön vermeye çalışmış. Bazen etken, bazen de edilgen olmuş, ama çoğu zaman ideolojik davranarak statükonun devamından yana hareket etmiş ve o yönde kararlar almıştır.
Özgür düşüncenin, bilimin, teknolojinin ve evrensel olmanın mekânları olan üniversiteleri böyle bir kurumun insafına ve inisiyatifine bırakmak, evrensel değerlerle ve üniversitelerin karakteri/fıtratı ile bağdaşmaz. YÖK'ün merkeziyetçiliği ile üniversitelerin asli mahiyetleri olan serbestiyetleri ve ademimerkeziyetçilikleri birbirleri ile ters orantılıdırlar, uyuşmazlık içindedirler. Birinin manevra alanı genişlerken mecburen diğerinin azalması gerekiyor. Türkiye'de son 30 yıldır hep YÖK'ün manevra alanı genişlerken üniversitelerinki daralmıştır. Böyle bir duruma ve kuruma dünyanın gelişmiş ülkelerinde rastlamak mümkün değildir. YÖK'ün varlığı, düşüncenin ve bilimin özgür olma kaidesine/ilkesine zıttır.
Son yıllarda artan vakıf ve devlet üniversitelerine paralel olarak akademisyen sayısında da doğal olarak ciddi bir artış oldu. Genel olarak, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye'de de akademisyenler (araştırma görevlileri, öğretim görevlileri ve okutmanlar hariç) 3 grupta kategorize edilmiştir. Bunlar derecelerine göre, yardımcı doçentler, doçentler ve profesörlerdir. Dünyada istisnaları olsa da, genel olarak başlangıç kategorisi olan yardımcı doçentlik için bir doktora programından mezun olmak gerekir. Yardımcı doçent olarak göreve başlayan doktoralılar yine dünyanın her yerinde 5-6 yıl sonra gerekli koşulları sağladıklarında doçent ve bir bu kadar süre sonra da profesör olurlar. Her ülkede farklı koşul ve uygulamalara rastlamak mümkündür. Örneğin 5 binden fazla üniversitesi olan Amerika'da üniversiteleri tek elden kontrol eden merkezi bir kurum yok. Doçentlik ve profesörlük unvanlarını üniversiteler verir. Amerika'daki üniversiteler bu yetkilerini fakültelere devretmişler. Fakülteler (dekan) kendi bünyelerindeki akademisyenlerden bir komisyon oluşturur. Bu komisyon doçent ya da profesör adayının 5-6 yıllık hizmet, eğitim ve araştırmalarını içeren dosyasını inceler ve kararını dekana bildirir. Rektörün kararı da olumluysa eyalet eğitim komisyonu onayıyla resmiyet kazanır, yürürlüğe girer.
AKADEMİK UNVANI YÖK VERMEMELİ
Bu süreçte "yabancı dilde yeterlilik sınavı" diye bir uygulama da yoktur. Komisyon tarafından, adayın yayınlanmış eserleri ve kampüs içi ve dışı yapılan hizmetleri ve de sınıftaki ders verme performansı (ki bu, öğrenciler tarafından isimsiz bir anket ile belirlenir) incelendikten sonra karar verilir. Türkiye'deki gibi, adayı bir sözlü sınava tabi tutma uygulaması da yoktur. Bu tuhaf süreçten olsa gerek ki yardımcı doçentlerimiz onca yıl öğretmenliklerine rağmen hâlâ öğrencilik psikolojisinden kurtulamamışlar ve bu durum, onların verimliliklerini ve üretkenliklerini düşürmektedir.
En az 20 yıl eğitim yetmezmiş gibi, yardımcı doçent olmuş birini aylarca, hatta yıllarca İngilizce çalışmaya, öğrenmeye zorlamak, sözlü sınav jürisi belli olduktan sonra gelecek muhtemel soruları layıkıyla cevaplamak için her bir jüri üyesinin araştırma eserlerini, kitaplarını (zorunlu değil) hatim ettirmek, bu insanlara haksızlıktan öteye bir zulümdür. Bu süreç zarfında adayın aleyhine araya giren ideolojik, siyasi ve keyfi mülahazalar da işin cabası.
Mayıs 2012 verilerine göre ülkemiz üniversitelerinde 50 binden fazla öğretim üyesi var. Bunların yaklaşık yarısı (24 bin) kadarı yardımcı doçent, 10 bini doçent ve 16 bini profesördür. Bu veriler bize sistemde bir tıkanmanın olduğunu gösteriyor. Doçentlikten profesörlüğe geçmek nispeten kolaydır. Ancak yukarda sözünü ettiğimiz nedenlerden dolayı yardımcı doçentlikten doçentliğe geçmekte ciddi sorunlar yaşanmaktadır. Akademik hayatı yardımcı doçentlikle bitip emekli olan/olacak yüzlerce akademisyen var.
Üretilen bilimin dünyanın neresinde olursa olsun, internet ve mütercimler sayesinde süratle, yine dünyanın her köşesine yayıldığı, ulaştırıldığı ve isteyenlerin rahatlıkla ulaşabildiği teknolojik bir çağda yaşıyoruz. Akademik insan kaynaklarımızın istisnasız hepsini dil öğrenmeye yöneltmek bu zamanda ne kadar bilimseldir, ne kadar akılcıdır acaba? İngilizceyi bilenlerin yüzde kaçı yabancı dil bildikleri için bilimsel araştırmalarının niceliğini ve niteliğini artırmışlardır?
Her alanda küreselleşmiş dünyamızda Türkiye'nin yeni bir anayasa yapma sürecinde ülkemizin kalkınmasında ve gelişiminde hayati önemi haiz eğitim sistemimizde hâlâ YÖK gibi merkeziyetçi/statükocu bir kurumu, bir mekanizmayı yükseköğretim sistemimizde tutma inadını sürdürmemiz doğru mudur? Bunun doğru olmadığını dünyadaki genel uygulamalardan anlıyoruz. Manidar olan; bu sistemin çarklarını çevirenlerin hemen hepsinin ABD ve Avrupa eğitim sisteminin ürünleri olmalarıdır. Master ve doktora seviyesinde eğitimlerini aldıktan sonra ülkeye dönen değerli akademisyenlerimizin mevcut sistemi sürdürmelerindeki ısrarlarını anlamış değilim.
Yeniliğin, özgür düşüncenin, yeni icatların, yeni sistemlerin üretilmesi gereken yerlerdir üniversiteler. Siyaset, ekonomi ve eğitim gibi ülke gidişatını topyekûn etkileyen sosyal ve kültürel aygıtları yönlendirmesi gereken üniversitelerimizin, mevcut statükocu kalıplarından kurtulup bir an önce idari ve iktisadi özerkliklerine kavuşmaları gerekir. Muasır medeniyetin temel öğesi ademimerkeziyetçi, özerk bir yükseköğretim sistemine sahip olmaktır. Yani üniversitelerimiz başarılarına ve hizmet/eğitim sundukları öğrenci sayılarına ve hatta bölgelerine göre devletten gerekli maddi desteği almalı, ancak idari özerkliğe sahip olmalıdırlar. Yani YÖK mavi boncuk dağıtır gibi artık akademik unvan dağıtmamalı, bu görev üniversitelere bırakılmalı. Arz-talep dengesine göre, liyakate dayalı adil ve üretken bir sistemi bağımsız ve özerk üniversiteler kendiliğinden uygulamaya koyarlar. Böylece cevherlerimiz/değerlerimiz akademi çöplüğünde telef/heder olmazlar.
Bu konuda ideolojik, şahsi, grup ve cemaatlerin tarafgirliği ve menfaatleri uğruna sistemin daha da bozulacağından endişe edenlere diyeceğim şudur ki; yasal düzenlemelerle bazı kontrol mekanizmalarını uygulamaya koymak fevkalade kolaydır, modern dünyada örnekleri çoktur.
*Cameron Üniversitesi Öğretim Üyesi
Kaynak: http://www.zaman.com.tr/haber.do?ha...haf-bir-unvan-yardimci-docentlik&haberSayfa=1
Moderatör tarafında düzenlendi: